Dünyanın tadı

Dünyaya bir kez geliniyor tadını çıkar, kıymetini bil! Filan, filan...
(Bırak herkes bildiği gibi coşkularıyla yaşasın, yasaklar ve gereksiz kurallarla zehir olmasın hayatlarımız filan diyecektim güya, eğitildiğimiz kurallar zincirine lâf edecektim ki aklımı tutsam da fikrim uçuşta yine!)
Elbette tat almalı, olabildiğince coşkuyla keyifle yaşamalı hayatı; yalnız dünyaya bir kez gelme olayı meçhul, belki trilyonlarca kez gelip gidiyoruz, sadece dünya olsa gene iyi belki başka bilmediğimiz gezegenlere defalarca gidip geziyor ölme denilen eylemden geçip hoop yeni bir kalıpla canlanıyoruz! Belki. Bilmeyince bilinmiyor! Öteye gidip de geri dönen yok. Bu net.
Birtakım insan varlıklar, içinde bulunduğu kalıbı beğenmiyorsa hoop ölüverip yeni bir bedene transfer olup yeniden buraya ya da başka bir gezegene belki de başka bir yaşam formuna dönüşüyor bilmiyoruz ki!
Ay olmadı tabi, şimdi bu dünyadaki zayıf şişman, uzun kısa, Asyalı, Afrikalı varlığını beğenmeyip, galaksinin bilmem neresinde kılcal damarlarda gezinen uzaylı formda bir kurtçuk olarak hayat bulmak da var işin içinde!
Annemin bir lâfı vardır; dötü döte değişmektense bırak benim döt yerinde kalsın o hesap
Ne diyordum, “dünyaya birkez geliyor çok uzun yıllar hiç olmadık kuralların pençesinde esir olup debeleniyoruz, tam bazı şeylerin farkına varır gibi oluyoruz zaman kısalmış oluyor” bu mihvâl üzerinden bir sürü şey yazacaktım vazgeçtim. Hele şu fotoğraf yok mu alıp götürüyor işte...
Işığı kovalayın diyecektim bir de. Hani şu öte alemlerin ışığından bahsetmiyorum, şimdinin Ekim ışığını yakalayın. Bakınız çınar yaprakları renk cümbüşüne durdu, meşe palamutları tam toplamalık oldu, bazı sarmaşıklar sararmayı bitirip turuncunun huşu haline secde eder oldu.
Gün ortası bir deli ışık ki, gözlerinizi kapatmaya gelmez gün kısa. Yüksek plazaların camlarına vuran ışığın zararlarından söz ediyordu birileri, ha demek ki ışık var ışıkçık var! Patilerini toprağa değdirdiğindeki ışığı seveceksin onu anladık.
Erken çöken akşamların buğulu efkarına da az kaldı. Kasımın eli kulağında. Önce 29 Ekim var, sahi Cumhuriyet baloları yasaklar listesine girmedi henüz değil mi?
Şehir kulüplerinde kulüp rakısı içildiği zamanları anlatan bir büyüğüm düştü aklıma hay Allah! İnce topuklu, tafta etekli Belgin Doruk saçlı kadınların altmışlı yılları vardı ki ucundan yetişmiştik... Romans Aile Gazinosu ve çay bahçelerinde, cadde, manifaturacı ve lostra solonlarındaydılar; annelerimiz, teyze ve komşu ablalarımızdılar, çocukluğumuzun hayran olunası o alımlı kadınları ne güzeldiler. İdolümüzdüler.
Hangimiz annelerimizin çelik topuklu yüksek ökçe rugan ayakkabılarını giyip, kırmızı rujlarını oraya buraya sürüp de azar işitmedik! O sivri topuklarla yapılan "tiviste gel lab lup labalaba tivistt" filan, of oralara girmesek...
Başka gezegenler bu kadar renkli hayatlar sunabilir miydi acep?
Fotoğraf:
Louiselockhart.co.uk
(Bırak herkes bildiği gibi coşkularıyla yaşasın, yasaklar ve gereksiz kurallarla zehir olmasın hayatlarımız filan diyecektim güya, eğitildiğimiz kurallar zincirine lâf edecektim ki aklımı tutsam da fikrim uçuşta yine!)
Elbette tat almalı, olabildiğince coşkuyla keyifle yaşamalı hayatı; yalnız dünyaya bir kez gelme olayı meçhul, belki trilyonlarca kez gelip gidiyoruz, sadece dünya olsa gene iyi belki başka bilmediğimiz gezegenlere defalarca gidip geziyor ölme denilen eylemden geçip hoop yeni bir kalıpla canlanıyoruz! Belki. Bilmeyince bilinmiyor! Öteye gidip de geri dönen yok. Bu net.
Birtakım insan varlıklar, içinde bulunduğu kalıbı beğenmiyorsa hoop ölüverip yeni bir bedene transfer olup yeniden buraya ya da başka bir gezegene belki de başka bir yaşam formuna dönüşüyor bilmiyoruz ki!
Ay olmadı tabi, şimdi bu dünyadaki zayıf şişman, uzun kısa, Asyalı, Afrikalı varlığını beğenmeyip, galaksinin bilmem neresinde kılcal damarlarda gezinen uzaylı formda bir kurtçuk olarak hayat bulmak da var işin içinde!
Annemin bir lâfı vardır; dötü döte değişmektense bırak benim döt yerinde kalsın o hesap

Ne diyordum, “dünyaya birkez geliyor çok uzun yıllar hiç olmadık kuralların pençesinde esir olup debeleniyoruz, tam bazı şeylerin farkına varır gibi oluyoruz zaman kısalmış oluyor” bu mihvâl üzerinden bir sürü şey yazacaktım vazgeçtim. Hele şu fotoğraf yok mu alıp götürüyor işte...
Işığı kovalayın diyecektim bir de. Hani şu öte alemlerin ışığından bahsetmiyorum, şimdinin Ekim ışığını yakalayın. Bakınız çınar yaprakları renk cümbüşüne durdu, meşe palamutları tam toplamalık oldu, bazı sarmaşıklar sararmayı bitirip turuncunun huşu haline secde eder oldu.
Gün ortası bir deli ışık ki, gözlerinizi kapatmaya gelmez gün kısa. Yüksek plazaların camlarına vuran ışığın zararlarından söz ediyordu birileri, ha demek ki ışık var ışıkçık var! Patilerini toprağa değdirdiğindeki ışığı seveceksin onu anladık.
Erken çöken akşamların buğulu efkarına da az kaldı. Kasımın eli kulağında. Önce 29 Ekim var, sahi Cumhuriyet baloları yasaklar listesine girmedi henüz değil mi?
Şehir kulüplerinde kulüp rakısı içildiği zamanları anlatan bir büyüğüm düştü aklıma hay Allah! İnce topuklu, tafta etekli Belgin Doruk saçlı kadınların altmışlı yılları vardı ki ucundan yetişmiştik... Romans Aile Gazinosu ve çay bahçelerinde, cadde, manifaturacı ve lostra solonlarındaydılar; annelerimiz, teyze ve komşu ablalarımızdılar, çocukluğumuzun hayran olunası o alımlı kadınları ne güzeldiler. İdolümüzdüler.
Hangimiz annelerimizin çelik topuklu yüksek ökçe rugan ayakkabılarını giyip, kırmızı rujlarını oraya buraya sürüp de azar işitmedik! O sivri topuklarla yapılan "tiviste gel lab lup labalaba tivistt" filan, of oralara girmesek...
Başka gezegenler bu kadar renkli hayatlar sunabilir miydi acep?
Fotoğraf:
Louiselockhart.co.uk
Aşçı Fok
Nurdan ÇAKIR TEZGİN