Elli yaş üstü kızlarız
Bizler ellilik, altmışlık hatta yetmişlik kızlarız. Kimimiz evli kimimiz nişanlı, boşanmış ya da eşini öteye yolcu etmiş her dem tazeleriz. Tek ortak noktamız çocuksuz oluşumuz. Kimimiz kendi istemedi, kimimizin sevgilisi istemedi, kimisi de çocuk sahibi olmayı çok istedi ama heyhat olamadı…
Nihayetinde çocuksuz yetişkin kadınlar olarak orta yaşlarımızı çoktan geçtik. Son çeyrekteki yaşamlarımıza uyum sağlayabilmek için yeni dans dersleri alıyoruz. Gençliğimizde iyi dans ederdik etmesine de geldiğimiz yaşların ritmi epey değişti. Yeni figürler öğrenmemiz lazım cancağızlarım!
Yaşamlarımız süresince her çeşitten her boyaya boyandık, her cephede ceplerimize demir leblebiler doldurduk. Sırça köşklerin görünmez kerevetlerinde oturduk, başımızı göklere erdirip diplere yuvarlandık, ayaklarımızı sıcak soğuk sulara bir soktuk bir çıkardık. Uçtuk, konduk, düştük kalktık.
Mitokondrisini annesinde bırakan cesur yürekli kızlar olarak bizden sonrasının tufan olmayacağının bilincindeki kızlarız. İlerleyen yaşlarımıza rağmen ebeveynlerimizin gözünde asla büyümediğimizden, onların dudaklarından düşen her cümleyi hazır olda bekleyen insan evlatlarız. Hasta olmaya, hele de yorgun ve dermansız olmaya zinhar hakkımız yoktur. Bizlerin onlardan önce ölmemiz bile imkansızdır zira en çok “Allah evlat acısı göstermesin” duası dillerinin tespihidir.
Bizlerin tespihi de; “aman iyi olsunlar yaşasınlar, Allah başımızdan eksik etmesin.” İnsan denilen varlık öğrenilmiş sözcüklerle okuyor hayatı. Hangi yaşta ve kimlikte olursak olalım ezberimizdeki dilin kurgusu çerçevesinde ifade ediyoruz kendimizi. Aklımız başımızdaysa işler doğduğumuz andan beri edindiğimiz ezberimizin ikiyüzlülüğü içinde sürüp gidiyor. Oysa demansı başlayan yaşlıların davranışlarındaki çocuksu bencillik, şaşkınlık yaratan apayrı pencerelerle çıkıyor karşımıza. Bakıyorsunuz saygı sevgi dolu anne babanız, diğer yanda bir bakıyorsunuz üç yaşında bir çocuk. Yaşamayanların asla bilemeyeceği bir tanımlama halidir bu. Ruh halimizi etkileyen çapraşık duygularla baş etmeye çalıştığımız dönemlere hoş gelmişizdir artık.
Öyle ya, kendi anne babanızın nazlanmalarını ve beklenen ilgi ve sevgiyi gösterirken, ister istemez kendi yaşlılığınız gelir gözünüzün önüne. Peki dersiniz, benim nazımı kim çekecek, benim gönlümle böylesine sevgi ve ilgiyle kim oynayacak?
Biz çocuksuz kadınlar, günü geldiğinde yaşlılar evine gitmeye hazırlıklı olabilecek miyiz?
Merhamet, kaygı, öfke, vicdan, minnet, geçmişle hesaplaşma, üzeri örtülü duyguların açığa çıkışı, sevginin bin bir çeşidi derken ruhen bitkin düşmeler ancak başa geldiğinde anlaşılıyor. Evet, işin rengi orada değişiyor, aslında çocuklu çocuksuz kadınlar diye ayrım yapmanın ötesinde bir durum bu.
Çocuklu olanların ruh hali farklı mı? Onların durumu daha da vahim; pek çoğunun çocukları büyüyüp yuva kurmuş, onlar da çoluk çocuğa karışmıştır. Bir de torunlara göz kulak olma sorumluluğu vardır. Bir tarafta seksen doksan küsur yaşındaki bakıma muhtaç ebeveynleri, diğer tarafta çekirdek ailesindeki ilgiye muhtaç torunlar filan derken elli yaş üstü kadınlar tam hayatın tadını daha özgür çıkaracakları zamanda gençliklerinde olmadığı kadar büyük bir sorumluluk ve açmaz içine düşüyorlar. Hayatının bu evresinde yaşadıkları, kadının sağlığı yerindeyse onu yine de çok sarsmayabilir fakat öyle yaşamlar var ki, kendi sağlıkları da iyi olmadığından yardıma gereksinim duyuyorlar.
Yaşı ilerlemiş ebeveynlerin çocuklarından duymak istemedikleri bir başka söz de; “ben de hastayım, benim de şuram buram ağrıyor.” Yaşlılar kendilerinden başka hasta ve geçkin insanların dertlerini duymak istemezler ta ki evladı bile olsa. Dikkat ettiyseniz genç insanların hastalıklarından bahsetmeleri onların ilgisini çekmez ve hatta etraflarında başka hasta insan görmemek için genellikle gençlerle arkadaş olmaya onları yakınlarında tutmaya özen gösterirler.
Bütün bunlar son derece insana dair duygular, onların bu tür davranışlarından kendi yaşamlarımız için edinilecek çok fazla deneyim var. Ders demiyorum, inanıyorum ki herkes kendi deneyiminin ustası. Çok yerinde anlamlı bir söz vardır; “yaşamayan bilmez.” Çocuklu ya da çocuksuz biz kadınlar güçlü insanlarız, öncemiz ve sonramızı koruyup kollamakla içgüdüsel bir görevin kutsal emanetçileri gibi cengâverce saldırıyoruz hayata.
Dileyelim de yaşlılık günlerimizi görebilecek sağlıklı ömürler sürelim. Elden ayaktan düşmenin ne demek olduğunu illa ki yaşayarak öğrenmek zorunda değiliz! Belki biraz daha içsel hesaplaşmalarımız sonucu benliğimizle uzlaşıp bir yerlere varabiliriz kim bilir!
Ölümle noktalanacak bir ömre çok fazla labirent eklemenin anlamı yok, bilmediğimiz sularda yüzmek heyecanlı diyelim de yaşam enerjimiz nefes alsın.
Nihayetinde çocuksuz yetişkin kadınlar olarak orta yaşlarımızı çoktan geçtik. Son çeyrekteki yaşamlarımıza uyum sağlayabilmek için yeni dans dersleri alıyoruz. Gençliğimizde iyi dans ederdik etmesine de geldiğimiz yaşların ritmi epey değişti. Yeni figürler öğrenmemiz lazım cancağızlarım!
Yaşamlarımız süresince her çeşitten her boyaya boyandık, her cephede ceplerimize demir leblebiler doldurduk. Sırça köşklerin görünmez kerevetlerinde oturduk, başımızı göklere erdirip diplere yuvarlandık, ayaklarımızı sıcak soğuk sulara bir soktuk bir çıkardık. Uçtuk, konduk, düştük kalktık.
Mitokondrisini annesinde bırakan cesur yürekli kızlar olarak bizden sonrasının tufan olmayacağının bilincindeki kızlarız. İlerleyen yaşlarımıza rağmen ebeveynlerimizin gözünde asla büyümediğimizden, onların dudaklarından düşen her cümleyi hazır olda bekleyen insan evlatlarız. Hasta olmaya, hele de yorgun ve dermansız olmaya zinhar hakkımız yoktur. Bizlerin onlardan önce ölmemiz bile imkansızdır zira en çok “Allah evlat acısı göstermesin” duası dillerinin tespihidir.
Bizlerin tespihi de; “aman iyi olsunlar yaşasınlar, Allah başımızdan eksik etmesin.” İnsan denilen varlık öğrenilmiş sözcüklerle okuyor hayatı. Hangi yaşta ve kimlikte olursak olalım ezberimizdeki dilin kurgusu çerçevesinde ifade ediyoruz kendimizi. Aklımız başımızdaysa işler doğduğumuz andan beri edindiğimiz ezberimizin ikiyüzlülüğü içinde sürüp gidiyor. Oysa demansı başlayan yaşlıların davranışlarındaki çocuksu bencillik, şaşkınlık yaratan apayrı pencerelerle çıkıyor karşımıza. Bakıyorsunuz saygı sevgi dolu anne babanız, diğer yanda bir bakıyorsunuz üç yaşında bir çocuk. Yaşamayanların asla bilemeyeceği bir tanımlama halidir bu. Ruh halimizi etkileyen çapraşık duygularla baş etmeye çalıştığımız dönemlere hoş gelmişizdir artık.
Öyle ya, kendi anne babanızın nazlanmalarını ve beklenen ilgi ve sevgiyi gösterirken, ister istemez kendi yaşlılığınız gelir gözünüzün önüne. Peki dersiniz, benim nazımı kim çekecek, benim gönlümle böylesine sevgi ve ilgiyle kim oynayacak?
Biz çocuksuz kadınlar, günü geldiğinde yaşlılar evine gitmeye hazırlıklı olabilecek miyiz?
Merhamet, kaygı, öfke, vicdan, minnet, geçmişle hesaplaşma, üzeri örtülü duyguların açığa çıkışı, sevginin bin bir çeşidi derken ruhen bitkin düşmeler ancak başa geldiğinde anlaşılıyor. Evet, işin rengi orada değişiyor, aslında çocuklu çocuksuz kadınlar diye ayrım yapmanın ötesinde bir durum bu.
Çocuklu olanların ruh hali farklı mı? Onların durumu daha da vahim; pek çoğunun çocukları büyüyüp yuva kurmuş, onlar da çoluk çocuğa karışmıştır. Bir de torunlara göz kulak olma sorumluluğu vardır. Bir tarafta seksen doksan küsur yaşındaki bakıma muhtaç ebeveynleri, diğer tarafta çekirdek ailesindeki ilgiye muhtaç torunlar filan derken elli yaş üstü kadınlar tam hayatın tadını daha özgür çıkaracakları zamanda gençliklerinde olmadığı kadar büyük bir sorumluluk ve açmaz içine düşüyorlar. Hayatının bu evresinde yaşadıkları, kadının sağlığı yerindeyse onu yine de çok sarsmayabilir fakat öyle yaşamlar var ki, kendi sağlıkları da iyi olmadığından yardıma gereksinim duyuyorlar.
Yaşı ilerlemiş ebeveynlerin çocuklarından duymak istemedikleri bir başka söz de; “ben de hastayım, benim de şuram buram ağrıyor.” Yaşlılar kendilerinden başka hasta ve geçkin insanların dertlerini duymak istemezler ta ki evladı bile olsa. Dikkat ettiyseniz genç insanların hastalıklarından bahsetmeleri onların ilgisini çekmez ve hatta etraflarında başka hasta insan görmemek için genellikle gençlerle arkadaş olmaya onları yakınlarında tutmaya özen gösterirler.
Bütün bunlar son derece insana dair duygular, onların bu tür davranışlarından kendi yaşamlarımız için edinilecek çok fazla deneyim var. Ders demiyorum, inanıyorum ki herkes kendi deneyiminin ustası. Çok yerinde anlamlı bir söz vardır; “yaşamayan bilmez.” Çocuklu ya da çocuksuz biz kadınlar güçlü insanlarız, öncemiz ve sonramızı koruyup kollamakla içgüdüsel bir görevin kutsal emanetçileri gibi cengâverce saldırıyoruz hayata.
Dileyelim de yaşlılık günlerimizi görebilecek sağlıklı ömürler sürelim. Elden ayaktan düşmenin ne demek olduğunu illa ki yaşayarak öğrenmek zorunda değiliz! Belki biraz daha içsel hesaplaşmalarımız sonucu benliğimizle uzlaşıp bir yerlere varabiliriz kim bilir!
Ölümle noktalanacak bir ömre çok fazla labirent eklemenin anlamı yok, bilmediğimiz sularda yüzmek heyecanlı diyelim de yaşam enerjimiz nefes alsın.
Aşçı Fok
Nurdan ÇAKIR TEZGİN
