Çakalini’nde açan bir çiçek, Çiğdem!

Çiğdem Arı, rehabilitasyon doçenti fizyoterapist bir doktor. Mitolojide efsaneleriyle ünlü İda (Kazdağı) Dağı’nda, Küçükkuyu beldesinin eski adıyla Çakalini Köyü’nde yaşıyor. Yeni adı; Boztepe Köyü. Bin pınarlı İda’nın dik yamaçlı binbir köyünden biri Boztepe. Çiğdem Arı’nın deyimiyle; meyvesi olmayan ağaç ile sütü yumurtası olmayan hayvanın giremediği bir köy!
Yenilir yutulur bir marifeti olmayan canlıların pek makbûl sayılmadığı Boztepe Köyü’ne yerleştiğinden bu yana, köylünün yüzyıllık, binyıllık kadim değerlerinin unutulmaması için canla başla çalışan bir kadın Çiğdem Arı. Adı gibi giydiği şalvarlar da çiğdem çiçeği bezeli. Yaşadığı büyük kenti bırakıp Kazdağı’nda daha doğal daha gerçek olduğuna inandığı bir yaşama çiçek açmış. Çiçeklere ve türlü şifalı otlara dokunurken her birini koklamak istemiş, koklarken onların öykülerini merak edip tatmak da istemiş, her şeyi öğrenmeye canı gönülden heves etmiş. Köyün “bibi” denilen kadınlarından ve yaşlılarından geleneksel yaşam biçimlerini masal hazzı içinde dinlemiş. Kazdağı’nın kadim endemik bitkilerini iyice öğrenmeden rahat edemeyeceğini anlayınca bu işin okuluna da gideyim bari demiş!
Balıkesir Üniversitesi Altınoluk MYO Tıbbi Aromatik Bitkiler Bölümü’ne öğrenci olarak iki yıl devam edip diplomasını da almış. Çok merak ettiği şifalı bitkileri hem yavaş yavaş öğrenmeye, hem de dağdaki kendi bahçeciklerinde yetiştirmeye başlamış…
Çakalini Köyü’ne Çiğdem Arı’yla tanışmak üzere ilk gittiğimizde mevsim baharın ilk günleriydi. Her yer İda’nın gözyaşlarıyla sulanmış ıslak su yeşiliydi. Ayağında şalvarıyla sevecen bir yürek karşılamıştı küçük grubumuzu. İnşaatı devam eden yuvasına bir çiçek naifliğiyle buyur etmiş, kendi elleriyle yetiştirmeye çalıştığı aromatik bitki bahçeciklerini büyük bir hevesle gezdirmişti. Kazdağı kekiği, köknarı, boşaplası (adaçayı), mercanköşkü, ayı gülü, lavanta, biberiye, reyhan, fesleğen, dam koruğu, kedi nanesi, kuş yüreği ve besni üzümü, ahlatı, kirazı, çam fıstığı, yalancı iğdesi, yemişi, cevizi daha niceleri, o saymayı bitiremedi ben de yazmayı!
Bahçenin dağa yaslanan yamaçları teraslama yöntemi ile hayata geçirilmiş olup, her bir santimetre karesi toprak ile doldurulup doğal tarım yapılmıştı. Keçilerin bile zorlukla çıkacağı her yere çeşitli baharatlar ve bahar sebzeleri dikiliydi. Kara marulun ipeksi yumuşaklığına vurulup, limoni oğulotunun kokusuyla coşup, tazecik demlenmiş çayını da içivermiştik o gün. Sadece çay mı? Börekler, pişiler, salçalı ekmekler, tazecik yeşillikler, kendi denediği yeşil Antep fıstığı reçeli, incir pekmezi derken gün akşama durmuş bizler bu anlamlı atmosferde adeta oksijen sarhoşu olmuştuk…
Bitki ve yaban hayatın getirisi börtü böcek ile kaynaşmanın ötesinde, bir de köyün giderek yok olan el dokumacılığı üzerine çalışmalar yürüten Çiğdem Arı, öğrenmenin sabrıyla çok güzel yöresel çarpanalar dokuyor. Çarpana; bu bölgeye özgü bir nevi kuşak - ip türü, bağ da deniyor. Köylü kadınları yüreklendirmek için epeyce çaba sarf ettiği gözden kaçmıyor. Köylüye öğretmek için giden şehirlilerden değil o, köylünün giderek yok olan kadim bilgilerini öğrenip yaşatmak için yola çıkanlardan. Bu farklı yaşam biçimini oluştururken belli ki pek çok insanla doğanın sürdürülebilirliği adına buluşmalar yapmış, çeşitli iletişim gayretleri göstermiş.
Çiğdem Arı’nın ekolojik tarım, permakültür ve tohum-takas oluşumları hakkındaki görüşleri ilginç!
Bizler emanetçileriz diyor; Geçmişin yiyecek içecek tohumlarıyla gelenek ve göreneklerinin ve de topyekûn var olduğumuz yaşamın kutsal emanetçileri… İkinci ve üçüncü kez bir araya gelişlerimizde bu çılgın kadını daha iyi algılama şansım oluyor. Merak ettiğim sorulara verdiği yanıtlar oldukça düşündürücü.
Ekolojik tarıma olan mesafesi sorulduğunda; “ben geleneksel tarımcıyım, tohumların yerel kalması gerektiğine inanıyorum” diyor. Tohum – takasta da aynı yöre içindeki tohumların değişimine evet derken, farklı yörelerin tohumlarını rahat bırakmak gerektiğinin altını çiziyor. Her tohum kendi toprağını ister, kendi suyunu, rüzgârını, güneşini ister. Tohumları oradan oraya seyahat ettirmek geleneksel tarıma vurulmuş en büyük darbelerden biridir diyor. Elbet, endüstriyel tohum ve tarımdan sonra!
Muzipçe dudak büküp “tohumlar yerel kalmalıdır” diyerek susuyor. Ardından da “en büyük egoistlik kendi yiyeceğini yetiştirmektir” der demez, yaramazlık yaptığı için küstürülmüş bir çocuğun tatlılığıyla silkiyor omuzlarını ve “artık gerçek aktivist olmaktan çekiliyorum, sadece yaşıyor, duruyor ve önümdeki günlük işimi yapıyorum, yiyeceğimi yetiştiriyorum” diyor!
Bazı insanlar kaç yaşına gelirlerse gelsinler çocuksu masumiyetlerini tamamen yitirmezler, ki kendimi de o sınıfa dahil ederim. Çiğdem Arı da masumiyetini kocaman bir levhayla adeta boynuna asıp gezenlerden! Kendisiyle ilk tanıştığımızda beni cezbeden o sözcüğü hiç unutmuyorum; “Durmak da bir anarşistliktir!”
Daha sonraları, hatta aylar sonrası şehirlerde “duran adam eylemi” baş gösterdiğindeki gülümseyişimin büyükçe kısmı Çiğdem Arı’ya armağan oluyordu!
Dağlarda yaşamak, kendi yiyeceğini, kendi şifanı, kendine yeterliliği kazanabileceğin doğal bir okulda sürekli öğrenci olmak gibi bir şey. En azından dışarıdan gelenlerin gözüyle böyle. Bir dağ köyünün hele ki bu dağ Kazdağı olursa insanoğluna verebilecekleri sonsuz. Tanrı, dağlarımızı, havamızı, suyumuzu tüm yaşam alanlarımızı maden arayıcıların, HES’lerin, termik santrallerin şerrinden korusun. Amin.
Yenilir yutulur bir marifeti olmayan canlıların pek makbûl sayılmadığı Boztepe Köyü’ne yerleştiğinden bu yana, köylünün yüzyıllık, binyıllık kadim değerlerinin unutulmaması için canla başla çalışan bir kadın Çiğdem Arı. Adı gibi giydiği şalvarlar da çiğdem çiçeği bezeli. Yaşadığı büyük kenti bırakıp Kazdağı’nda daha doğal daha gerçek olduğuna inandığı bir yaşama çiçek açmış. Çiçeklere ve türlü şifalı otlara dokunurken her birini koklamak istemiş, koklarken onların öykülerini merak edip tatmak da istemiş, her şeyi öğrenmeye canı gönülden heves etmiş. Köyün “bibi” denilen kadınlarından ve yaşlılarından geleneksel yaşam biçimlerini masal hazzı içinde dinlemiş. Kazdağı’nın kadim endemik bitkilerini iyice öğrenmeden rahat edemeyeceğini anlayınca bu işin okuluna da gideyim bari demiş!
Balıkesir Üniversitesi Altınoluk MYO Tıbbi Aromatik Bitkiler Bölümü’ne öğrenci olarak iki yıl devam edip diplomasını da almış. Çok merak ettiği şifalı bitkileri hem yavaş yavaş öğrenmeye, hem de dağdaki kendi bahçeciklerinde yetiştirmeye başlamış…
Çakalini Köyü’ne Çiğdem Arı’yla tanışmak üzere ilk gittiğimizde mevsim baharın ilk günleriydi. Her yer İda’nın gözyaşlarıyla sulanmış ıslak su yeşiliydi. Ayağında şalvarıyla sevecen bir yürek karşılamıştı küçük grubumuzu. İnşaatı devam eden yuvasına bir çiçek naifliğiyle buyur etmiş, kendi elleriyle yetiştirmeye çalıştığı aromatik bitki bahçeciklerini büyük bir hevesle gezdirmişti. Kazdağı kekiği, köknarı, boşaplası (adaçayı), mercanköşkü, ayı gülü, lavanta, biberiye, reyhan, fesleğen, dam koruğu, kedi nanesi, kuş yüreği ve besni üzümü, ahlatı, kirazı, çam fıstığı, yalancı iğdesi, yemişi, cevizi daha niceleri, o saymayı bitiremedi ben de yazmayı!
Bahçenin dağa yaslanan yamaçları teraslama yöntemi ile hayata geçirilmiş olup, her bir santimetre karesi toprak ile doldurulup doğal tarım yapılmıştı. Keçilerin bile zorlukla çıkacağı her yere çeşitli baharatlar ve bahar sebzeleri dikiliydi. Kara marulun ipeksi yumuşaklığına vurulup, limoni oğulotunun kokusuyla coşup, tazecik demlenmiş çayını da içivermiştik o gün. Sadece çay mı? Börekler, pişiler, salçalı ekmekler, tazecik yeşillikler, kendi denediği yeşil Antep fıstığı reçeli, incir pekmezi derken gün akşama durmuş bizler bu anlamlı atmosferde adeta oksijen sarhoşu olmuştuk…
Bitki ve yaban hayatın getirisi börtü böcek ile kaynaşmanın ötesinde, bir de köyün giderek yok olan el dokumacılığı üzerine çalışmalar yürüten Çiğdem Arı, öğrenmenin sabrıyla çok güzel yöresel çarpanalar dokuyor. Çarpana; bu bölgeye özgü bir nevi kuşak - ip türü, bağ da deniyor. Köylü kadınları yüreklendirmek için epeyce çaba sarf ettiği gözden kaçmıyor. Köylüye öğretmek için giden şehirlilerden değil o, köylünün giderek yok olan kadim bilgilerini öğrenip yaşatmak için yola çıkanlardan. Bu farklı yaşam biçimini oluştururken belli ki pek çok insanla doğanın sürdürülebilirliği adına buluşmalar yapmış, çeşitli iletişim gayretleri göstermiş.

Bizler emanetçileriz diyor; Geçmişin yiyecek içecek tohumlarıyla gelenek ve göreneklerinin ve de topyekûn var olduğumuz yaşamın kutsal emanetçileri… İkinci ve üçüncü kez bir araya gelişlerimizde bu çılgın kadını daha iyi algılama şansım oluyor. Merak ettiğim sorulara verdiği yanıtlar oldukça düşündürücü.
Ekolojik tarıma olan mesafesi sorulduğunda; “ben geleneksel tarımcıyım, tohumların yerel kalması gerektiğine inanıyorum” diyor. Tohum – takasta da aynı yöre içindeki tohumların değişimine evet derken, farklı yörelerin tohumlarını rahat bırakmak gerektiğinin altını çiziyor. Her tohum kendi toprağını ister, kendi suyunu, rüzgârını, güneşini ister. Tohumları oradan oraya seyahat ettirmek geleneksel tarıma vurulmuş en büyük darbelerden biridir diyor. Elbet, endüstriyel tohum ve tarımdan sonra!
Muzipçe dudak büküp “tohumlar yerel kalmalıdır” diyerek susuyor. Ardından da “en büyük egoistlik kendi yiyeceğini yetiştirmektir” der demez, yaramazlık yaptığı için küstürülmüş bir çocuğun tatlılığıyla silkiyor omuzlarını ve “artık gerçek aktivist olmaktan çekiliyorum, sadece yaşıyor, duruyor ve önümdeki günlük işimi yapıyorum, yiyeceğimi yetiştiriyorum” diyor!
Bazı insanlar kaç yaşına gelirlerse gelsinler çocuksu masumiyetlerini tamamen yitirmezler, ki kendimi de o sınıfa dahil ederim. Çiğdem Arı da masumiyetini kocaman bir levhayla adeta boynuna asıp gezenlerden! Kendisiyle ilk tanıştığımızda beni cezbeden o sözcüğü hiç unutmuyorum; “Durmak da bir anarşistliktir!”
Daha sonraları, hatta aylar sonrası şehirlerde “duran adam eylemi” baş gösterdiğindeki gülümseyişimin büyükçe kısmı Çiğdem Arı’ya armağan oluyordu!
Dağlarda yaşamak, kendi yiyeceğini, kendi şifanı, kendine yeterliliği kazanabileceğin doğal bir okulda sürekli öğrenci olmak gibi bir şey. En azından dışarıdan gelenlerin gözüyle böyle. Bir dağ köyünün hele ki bu dağ Kazdağı olursa insanoğluna verebilecekleri sonsuz. Tanrı, dağlarımızı, havamızı, suyumuzu tüm yaşam alanlarımızı maden arayıcıların, HES’lerin, termik santrallerin şerrinden korusun. Amin.




Aşçı Fok
Nurdan ÇAKIR TEZGİN